“Emeğin Eşik Kapısı: 5000 Günlük Sessizlik”
Bir kapının eşiğindeyiz. İçeriye bakıyoruz: Orada emeklilik var. Torun sevmek, soluklanmak, biraz huzur, biraz dinlenmek… Ama bu kapı bir türlü açılmıyor. Çünkü o kapının tokmağı, "5000 prim günü"ne sabitlenmiş; tokmağı çevirecek olan ise hükümet değil, yıllardır omuzlarında bu ülkenin yükünü taşıyan insanlar. Yani emekçiler. Ama onlara içeriden sadece bir fısıltı ulaşıyor: "Bekle… Borçlan… Sabret…"
Gelin, bu garabet tabloyu biraz farklı anlatalım.
Hayatını alın teriyle kazanan bir adam düşünün. Yıllarca sırtında taş taşıyan bir duvar ustası… Her bir taşı yerine koyarken, bir yandan da kendi emeklilik hayalini örüyor: "Bir gün gelecek… Bu eller artık nasır tutmayacak… Bu sırt artık sabah ağrıyla uyanmayacak…"
Ama gün geliyor, o hayal bir duvar gibi yıkılıyor. Çünkü devlet, yılların emeğine "eksik prim" diyerek kapıyı kapatıyor.
"Tamam," diyor adam, "Tamamlamaya razıyım."
Ama önüne konan rakamlar, yıllardır ödemediği kira gibi: astronomik.
Yani diyor ki devlet: "Emekli olmak istiyorsan bir de bana borçlan!"
İyi de bu adam zaten hayatı boyunca borçlanarak yaşamadı mı? Faturaya, kiraya, çocuğunun okul harcına, ekmeğe bile borç yazdırmadı mı?
Bu, sadece bir kişinin hikâyesi değil. Bu, Türkiye'nin dört bir yanında alın teriyle büyüyen milyonların sessiz feryadı. Ama o sessizlik, çığlıktan daha gür:
"Biz sadaka değil, hakkımızı istiyoruz!"
EYT düzenlemesi yapıldı, denildi. Müjde verildi. Ama bu müjde, sofraya tuz yerine acı getirdi. Çünkü kiminin primi eksik, kiminin yaşı dolmadı, kimine "sen daha bekle" denildi.
Kimi emeklilikte yaşa takıldı, kimi paraya.
Devlet, bir yandan “çalışın” diyor; bir yandan da “ölmeden emekli olmayı başaramayın” diye neredeyse dua ediyor.
Oysa sosyal devlet, vatandaşına borç çıkarmaz; yol açar.
Oysa adalet, herkese eşit mesafede durur; “sen az çalışmışsın” diye sırtını dönmez.
Oysa devlet, vatandaşına yük değil; güvence olmalı.
Bakın, burası çok önemli:
Hükümet, devasa bütçeleri yandaş projelere, saraylara, şatafata, gösterişli ihalelere akıtıyor. Ama iş, 5000 prim günüyle yıllarca çalışmış insanların hakkına gelince; kulak tıkanıyor, göz yumuluyor.
Hani nerede sizin “sosyal devlet” anlayışınız?
Hani nerede “milleti yaşat ki devlet yaşasın” anlayışınız?
Bu insanlar lütuf değil, hak istiyor.
O hak, bir müjdeyle verilip sonra astronomik borçlarla geri alınacak bir pazarlık değil.
Bu insanlar “kısmi” emeklilik istemiyor; “yarım” hayatla yetinmek zorunda bırakılmamayı talep ediyor.
Ve şunu açıkça söyleyelim:
Halkın birikmiş öfkesi, 5000 günle sınırlı değil. Bu öfke, yıllarca biriken adaletsizliğin yüküdür.
Ve unutmayın:
Tencerede dert birikti mi; seçim sandığında taşar!
Son sözümüz şudur:
Bir ülke, emeğe saygı duymuyorsa; kendine de duyuramaz.
5000 prim günü bir istatistik değil, milyonlarca insanın ömrüdür.
Ve o ömürlerin hakkı teslim edilmediği sürece; hiçbir “müjde” gerçek olmaz.
Gerçek olan tek şey, halkın vicdanında çınlayan bu cümledir:
“Biz bu ülkeye ömrümüzü verdik…
Şimdi o ülke, bizim hakkımızı vermeyecekse…
Kime verecek?”
Bir Yorum Bırakın